Yakınına Karşı Ölümcül Eyleme Geçen Yetişkin Kadınların Ruhsallıklarının Değerlendirilmesi *
Tülay AYDIN TÜRKMEN
3 Nis 202010 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 28 Oca
Tülay AYDN TÜRKMEN & Ceylin ÖZCAN
Giriş Yıkıcılığın en ağırlarından öldürme eyleminin, aile içinden birine yöneltilmesi durumu tarih boyunca araştırmacıların ilgisini çekmiş, bu konuyla ilgili sosyoloji, psikoloji, antropoloji, etimoloji, din gibi birçok alanda çalışmalar yapılmıştır. İçli’ye (2007) göre suçlar arasından en şiddetli ve acılı olanı adam öldürme, neredeyse hiçbir toplum tarafından hoş karşılanmayıp, bu eylemi gerçekleştiren kişilere ağır cezalar verilse de genellikle yakın sosyal ilişkiler içinde ortaya çıkmakta olup; fail ve mağdurun yakın ve ilişki içinde olması sıklıkla görülen bir durumdur (Akt. Kıran, 2012). Öznel kurulumun, nesneyle ilk ilişkinin doğasından kaynağını aldığı ve bu ilişkinin ileride kurulacak tüm ilişkiler için bir prototip oluşturduğu göz önünde bulundurularak; yakınına karşı ölümcül eyleme geçen yetişkin kadınların, pregenital dönem yaşantılarının ve bunun ruhsallıkları üzerindeki etkilerinin ölümcül eylemin niteliğinin anlaşılması adına oldukça önemli bir yer tuttuğu düşünülmektedir. Bu çalışma ile annesini, babasını, kardeşini, eşini veya çocuğunu öldürmüş yetişkin kadınların ilk nesneleriyle kurulan ilişkilerinin ve buna bağlı gelişen ruhsal yapılanmalarının, bu eylemi gerçekleştirmeleri üzerinde nasıl bir etkisi olabileceği anlaşılmaya çalışılmıştır. İlksel Şiddet Piera Aulagnier (1975), toplum, kültür ve ailenin sözcüsü olan annenin söyleminin, dil öncesi dönemdeki çocuğun ruhsal olarak karşılaştığı bir şiddet olduğunu ve bunun da birincil şiddet olarak tanımlandığını ortaya koyar. Annenin kurallarına boyun eğmek zorunda olan çocuğun ruhsallığına uygulanan birincil şiddetin de sorumlusu bu söylemdir ve ikincil şiddet, birincil şiddetin aşırı biçimi olarak, ona yaslanarak yolunu çizer (akt. Parman, 2014, s.14). Aulagnier (1975), Lacan’ın arzu, talep ve ihtiyaç kavramlarının ayrımından yola çıkarak anne-bebek ilişkisini ve bu ilişkiden doğan birincil şiddeti şöyle açıklar; ‘‘Birincil şiddet bu yolla bir başkasının ruhsallığına bir seçim, bir düşünce ya da bir eylemin zorla kabul ettirildiği ruhsal bir eylemdir. Bu eylem zorla kabul ettirenin arzusuyla harekete geçer ve ancak ötekine, gereksinim düzeyinde yanıt veren bir nesneye yaslanır. Şiddet zaferini birinin arzusu, ötekinin gereksinimi ve ona gerekene bağlayarak ilan eder…Yani onu uygulayanın arzusunun gerçekleşmesi, ona maruz kalanın istediği nesne olacaktır.’’ (akt. Parman, 2014, s.15). Dil öncesi bebek ihtiyacı doğrultusunda nesne tasarımları ile ilişkilenirken; arzulu bir özne olan anne sözcüklerle ilişkili olarak bebeğin gereksinimlerini ve ona verilecek yanıtları önceler. Daha anlaşılır olması açısından bunu şöyle bir örnekle açıklayalım; bebek ağlamaya başladığında anne, bebeğinin gereksiniminin ne olduğundan emin olmamakla birlikte onun ihtiyacının ne olabileceği tahmini ile onu doyurmaya, altını temizlemeye, uyutmaya ya da annenin ruhsallığında bebeğin nasıl sakinleşeceği referansı varsa, o yönde davranmaya yönelir. Yani arzulu bir öteki olarak bebeğinin çığlığına anlam atfeden annedir. Annenin arzusu ile öncelediği, bebeğinin ihtiyacını karşılayarak onun haz duymasını sağlamaktır. Bebeğin ruhsallığında bir şiddete yol açan bu temel düzenek aynı zamanda bebekteki nesne tasarımlarının yanına eklenecek olan söz tasarımları için de gereklidir. Bebeğin ihtiyacını önceleyen, temel bastırmanın çalıştığı bölünmüş bir özne olan anne, bebeğinin dil düzenine girdiğinde neleri bastıracağını da öncelemiş olur. Birincil şiddete maruz kalarak dilin dolayımına giren bebek, bu sayede düşünce tasarımlarını oluşturabilir. Burada şunu düşünmeden edemeyiz; dil öncesi çocuğun ruhsallığında birincil şiddete denk düşen ve dile girmesine imkân veren bu arzulu özne ile karşılaşma meselesi, bebeğin ilerleyen yaşamında ortaya çıkacak şiddetler için nasıl bir yere sahiptir? Daha spesifik açıdan ele alırsak, ötekinin öncelediği gereksinimler bağlamında bebek dile giriyor, arzulu bir özne olma yolunda ilerliyorsa, bebeğin karşılaştığı ötekinin, arzulu bir özne olmaması durumu neye mal olur? Annenin, bebeğinin hazzını arzulamasına dair aşırılık ya da eksiklikler, bebeğin ilerleyen yaşamında karşılaşacağı çeşitli ruhsal patolojilere yol açacaktır. İlk nesneyle ilişkideki bu aşırılık ya da eksiklikler, bebeğin dilin düzenine girmesinde problem yaşamasına neden olacaktır. Bu durum, bebeğin nesne, duygu ve düşünce tasarımlarına yabancı kalıp, bu tasarımları düzenleyememesine sebep olacak ve tüm bunlar kişide gerçeklik ilkesinin işlemesinde bozulmalara yol açabilecektir. Şiddet ve şiddet davranışına yol açan psikopatolojik durumlar bağlamında kişinin ortaya koyduğu yıkıcı eylemi anlayabilmemiz adına gelişimin en erken dönemi olan anne ve bebeğin tam bağımlı olduğu dönemden, bebeğin bir özne olabildiği döneme kadarki süreci incelemenin oldukça önemli olduğu düşünülmektedir. Öznellik Kurulumundaki Sakatlanmalar ve Eyleme Geçiş Sorunsalı Lacan’ın psikanalitik kurama kazandırdığı ayna evresinden yola çıkan Kohut (1971) ‘ayna tutucu kendilik nesnesi işlevi’ hakkında şöyle der:‘‘Annenin, ayna tutucu kendilik nesnesi işlevini yerine getirmesindeki kimi yetersizlikleri, eğer çocuğun gelişim düzeyine uygun bir dönemde ve kabul edilebilir bir dozda gerçekleşmişse, çocuktaki, büyüklenmeci teşhirci arkaik kendilik giderek olgunlaşacak ve erişkin kendiliğin uygun, kabul edilebilir ihtiraslarına dönüşerek içselleşecektir. Öte yandan annenin ayna tutucu işlevleri içselleştirildiği için; kendilik saygısını koruma, kendine güven duygusu giderek daha az dışa bağımlı bir düzeye doğru evirilecektir… Teoriye göre anne, kişiliğindeki bazı bozukluklar ya da talihsiz bazı olaylar nedeniyle bu ayna tutucu işlevi yerine getiremezse erişkin yaşamda kendini gösteren bazı psikopatolojik durumlar ortaya çıkacaktır.’’ (akt. Tura, 2002, s.25). İşte bu psikopatolojik durumlardan bazıları da sınır durum yapılanmalar ile psikotik yapılanmalardır. Erken dönemde yaşanan narsisistik yaralanmalar bireyin öznelleşme süreci için oldukça önemlidir. Annenin, bebeğin ruhsallığı için üstlendiği ayna tutucu kendilik nesnesi işlevindeki yetersizlikler sonucunda birey, çevrenin ondan ne beklediğine dair bilinmezlik yaşar. Kişinin kendi varlığı ve çevresine dair oluşan bilinmezlik adacıkları ve boşluklar, bireyin duygulanımsal yük karşısında düşünsel olanı ihmal etmesine ve simgesel ifadenin yerini eyleme geçişlere bırakmasına neden olabilmektedir. Bebeğin duygularını hissedebilmesi, anlamlandırabilmesi için çevrenin o duyguyu karşılayabilmesine ve ardından kendisine geri verilebilmesine ihtiyacı vardır. Yani bireyin özneleşme yolunda var olabilmesi, var olarak tüm duygu ve düşüncelerinin sahibi olabilmesi; çevrenin orada olmasına ve ondan gelenleri karşılayarak, bir ayna gibi ona geri verebilmesine bağlıdır. Bebek 18 aya kadarki dönem içerisinde heyecan ve deneyimlerini bir öteki ile değişime uğratıp geri alamazsa bu heyecan, deneyim ve duygulanımlar kişi tarafından sahiplenilmez (Abrevaya, 2002). Subjektife olamayan tüm bu heyecan, duygulanım, deneyim ya da uyaran kişinin içinde kendi benliğine, ötekine ve çevreye dair bir bilinmezlik, yabancılık hissi olarak kalır. Bilinmez olan ise korkutur, terörize eder, paranoyaya sürükler en nihayetinde de eyleme iter. Bu bağlamda Bion’un düşünce bağlarına saldırısı gelir aklımıza. Erken çocukluk evresindeki yaşanan yetersizlikler sonucunda bölme ve yansıtmalı özdeşimin oldukça fazla kullanımı ile benliğin küçük parçalara bölünüp nesneye yansıtılması durumu, kişinin, benliğinin yoksullaşması ve duygusal yaşantısının yok olması ile dürtü, düşünce bağlarına saldırabilir ve kişi bu durumda psikozun eşiğinde eyleme geçebilir. Sınırın Ötesinde Psikozun Kıyısında Yaşam: Beyaz Psikoz Green (1970), erken dönem sorunsala dair gönderme yaparak düşünme ve temsil etme yetisi felce uğramış ve bu sebeple simgesel düzeyde kendini yeterince ifade edemeyen kimi sınır vakalar için ‘psychose blanche’ kavramını geliştirmiştir. ‘Blanche’ sözcüğü beyaza gönderme yaparak hem ilk nesneyle ilişkideki boşluğu simgelemekte hem de henüz psikotik semptomların belirmediği bir duruma gönderme yapmaktadır(Abrevaya, 2002, s.62). Green’in tariflediği bu kişilerde klinik olarak gözlemlenen psikotik belirtiler olmasa da, düşünce boşluğu yaşamaları ve temsil etme işlevlerinde ketlenme olması sebebiyle psikotik çekirdeğe sahip oldukları düşünülmektedir. Bu bağlamda beyaz psikoz kavramı, erken dönem nesne ilişkilerinde birtakım eksiklikler yaşayan ve bu sebeple iç gerçeklik/dış gerçeklik, hayal/gerçek, benlik/öteki ayrımını oluşturamamış psikozlar kadar ağır düzeyde olmasa da benlik/öteki sınırlarını oluşturmakta çok zorlanmış ve zaman zaman bu sınırların düşüncenin kısa devre yaparak duyusal ve düşünsel bağlantıların yitirilmesiyle karıştığı durumlar olarak nitelendirilmektedir. Green’e (1990) göre sınır patolojilerin iki temel kaygısından biri nesneyi kaybetmek, diğeri ise nesne tarafından istila edilmektir (akt. Zabcı, 2012, s.24). Bu bağlamda depresif konumdan geçmenin zorluğuyla hem orada olmayan nesnenin eksikliğine katlanılamamakta hem de öznenin kendi başına kalarak yaratıcılığını geliştirebileceği ve dolayısıyla iç/dış, gerçek/düşlem ayrımını yapabileceği bir alanın varlığına öteki tarafından izin verilmemektedir. Sınır durumların sistematik olarak incelenmesi ile ilgili uzun yıllar çalışma yapan Bergeret’e (1974, 1975, 1986, 1996) göre sınır durum yapılanmalardaki ortak özellikler; nesne kaybı endişeleri, nesne yokluğuna tahammül edememe, nüfuz ediliyor hissi, narsisistik ihtiyaçlara hassasiyet, dış gerçekliğe uyumda zorlanma, yıkıcı dürtülere engel olamama, paranoid tepkiler gösterme, bölmenin ve yansıtmalı özdeşimin yoğun kullanımı nedeniyle benliğin giderek zayıflaması, duyguların ve dürtülerin zihinselleştirilmesindeki zorluklar nedeniyle simgesel ifadelerin yerini eyleme geçişlere bırakması olarak sıralanmaktadır (Changon, 2012, s.11). Psikotik kişiler neyin kendi içlerinde, neyin ise kendi dışlarında olduğunu ayırt edemedikleri bir iç içe geçmişlik durumuyla ayrılma öncesi düzeye saplanmışken; sınır durum yapılanmadaki kişiler kimliklerini kaybetmelerine yol açacak iç içe geçme durumu ile nesnenin yokluğu karşısında yok olmayı bir görerek ne nesneden ayrılabilmiş ne de nesneyle bir arada kalabilmiştir. Beyaz psikoz ayrımından yola çıkarak psikotik çekirdekli sınır durum kişilik yapılanmasına sahip kişilerin yoğun yıkıcı dürtülerinin gerek ilişkisel gerek düşünsel gerekse temsilsel bağlara saldırabildiği; benliği ve nesneyi talan ettiği; en sonunda da kişiyi ölümcül eyleme geçmeye kadar götürebildiği bilinmektedir.
Düşüncenin Kısa Devresi ile Eyleme Geçiş İlk kez Freud tarafından tanımlanan daha sonra ise Fenichel (1945), Greenacre (1950), Bellak (1965), Rexford (1966) gibi birçok çalışmacı tarafından incelenen eyleme geçme davranışı, psikanalitik kuram içerisinde oldukça geniş anlamlarda kullanılmıştır. Önceleri analiz sırasında ortaya çıkan bir direnç türü olarak ele alınan eyleme geçiş, sonraları suç davranışını, patolojiyi ve dürtüsel boşalımı kapsayan geniş bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Anımsamaya karşı geliştirilen bir dirençle ilişkilendirilen ve hastaların anılarının yerine koymak için ürettiği eylemler olarak düşünülen eyleme dökmeyi Freud (1914), Anımsama, Yineleme ve Derinlemesine Çalışma metninde: ‘‘Hasta unuttuğu ve bastırdığı hiçbir şeyi anımsayamamakta fakat eyleme dökmektedir… Direnç ne kadar büyük ise eyleme dökme (yineleme) anımsananın yerine o kadar çok geçecektir...’’ şeklinde ele almıştır (akt. Sandler ve ark., 2015, s.184). Psikanalitik kuram içerisinde çocuğun dil öncesi deneyimleri ile eylem arasındaki bağı ele alan Thomä ve Kächele’e (1987) göre erken dönemdeki örselenmeler, düşünce aygıtının gelişememesine sebep olmakta ve bu nedenle kişide duygulanım, heyecan, dürtü ve tasarımların simgesel dönüşümü mümkün olamamaktadır. Bu sebeple kişide gerçeklik ilkesinde bozulmalar, görsel duyarlılıkta artış, eylemin büyüsüne saplanma, sözel dil yerine eylemin geçmesi gibi ilkel döneme ait mekanizmaların kullanılmasına eğilim görülebilmektedir (Sandler ve ark., 2015, s.191). Yine Bion (1965), Anastasopoulos (1988), Roman (2014) ve Roussillon (2015)’a göre kişinin nesneyle karşılaşmasındaki yetersizliklerin, sembolizasyon kapasitelerinin yetersiz kalmasına yol açacağı düşünülmektedir. Ravit’e (2016) göre, kişilerin öznelliklerinde ıstırap ve anlamın yıkımıyla sonuçlanan erken döneme ait bu acı verici sahnelerin, özne tarafından kapsanıp, simgesel yolla dönüştürülemediği ve ancak eyleme dökülerek tüm bu olumsuz duygulanımlarla baş edilebildiği düşünülmektedir (akt. Demir, 2017).Sonuç Katılımcılara uygulanan Rorscahach Testi’nden elde edilen, maternal nesneyle ilişkideki eksikliklere dair bulgular incelendiğinde bu kişilerin erken dönem nesneyle kurulan ilişkideki eksiklikler sebebiyle, dişil nesne ve anne imagosunu temsil eden I., VII. ve IX. kartlara, Bohm’un (1958) annesel olana karşı rahatsızlık durumu anlamına da gelen boşluk şoku adı verdiği, reddetme veya şok tepkileri verdikleri bulgulanmış olup, bu bulgu çalışmanın hipotezini destekler niteliktedir. Bunun yanı sıra yine bu kartlara gelen; ‘‘Burada iki kişiyi sarılmış görüyorum, sevgi hissi. Ellerini havaya açmış, tek elini.’’, ‘‘İki tane değişik bir gövdenin birleşimi’’, ‘‘İki tane el görüyorum sanki ağız ağza iki insan var gibi. Aşağıda beden görüyorum, ayak yani. Bir insanın ikiye bölünmüş gibi görüyorum’’, ‘‘İkiye bölünmüş bir insan var burada. İki kişi ellerini açmış, tek kişi olmuş’’, ‘‘İkiz heykeller bunlar, aynılar’’ gibi yanıtlardan da anlaşılacağı üzere, öteki ve benlik arasındaki ayrımın gerçekleşmesindeki zorluğa gönderme yapan tasarımın bir/iki, ben-sen/biz şeklinde karıştığı ve ayrılığa izin verilmeyen simbiyotik tarzda bir ilişkiye gönderme yapan tasarımlar dikkat çekmektedir. Bu bağlamda katılımcıların maternal nesneye dair kartlara verdikleri yanıtların simbiyoza gönderme yapması; Mahler’ in (1977) de ele aldığı şeklide anneye uzak olan çocuğun var olamaması durumunu temsil eden sınırların özne ve nesne arasındaki arasındaki net olmadığı, psikotik tarzda ilkişkilenme hakkında fikir vermektedir. Yine katılımcıların maternal nesneyle ilişkisi ve onun karşısında aldığı konum hakkında fikir veren I., VII. ve IX. kartlara verdikleri yanıt içeriklerinin persekütif, kötücül, fobik nesneyi çağrıştıran nitelikte olması; oral sadistik tarzda ilişkilenilen nesneyle ‘bir’ olma durumunun ölüme veya yok edilmeye gönderme yapan katastrafobik bir benlik kaybına yol açtığını düşündürmektedir (Husain ve Rossel, 2017, s.36). Tüm bu veriler ışığında; I, VII ve IX. kartlara verilen yanıtlar değerlendirildiğinde, yakın ilişkide olduğu kişiye karşı ölümcül eyleme geçen yetişkin kadınların maternal nesneyle ilişkilerinin erken döneme dair benzer bir problematik etrafında örgütlendikleri tespit edilmiş olup; bu bulgu, çalışmanın hipotezlerini destekler niteliktedir. Katılımcıların II. ve III. kartlara verdikleri yanıtlar bağlamında; dürtüsel yapılanmaları ve bu yapılanmanın nesneyle ilişkiyi ne yönde etkilediğiyle ilgili elde edilen bulgular incelendiğinde; kişilerin nesneyle ilişkilenmelerinin ya yıkıcı dürtü hâkimiyetinde olduğu ve dürtüsel dünyayı sembolize eden kırmızı renkten çok etkilenilerek çiğ, yıkıcı, kötücül tasarımların verildiği ya da dürtünün düşünce bağlarına saldırıları nedeniyle tasarımlar, ilişkiler ve kelimeler arasındaki ilişkilerin de saldırıya uğramasıyla, nominasyon, red, soyutlama gibi yanıt içeriklerinin verildiği görülmektedir. Bu bağlamda kişinin nesneyle ilişkilenmesinin erken dönem nesne ilişkilerindeki yaşanan problemler nedeniyle saldırgan dürtülerin hâkimiyetinde olduğu hipotezi desteklenmektedir. Yakın ilişkide olduğu kişiye karşı ölümcül eyleme geçen yetişkin kadınların kimlik tasarımına gönderme yapan V. kart ve depresyondan geçebilme, ayrılıkla baş edilme ve parçalı nesneleri birleştirebilme kapasitesi hakkında fikir veren X. karta verdikleri yanıtlar incelendiğinde, bu kişilerin düşünce organizasyonunda problem yaşadıkları, benlik ve dış dünya algılamalarında bozulmalar olduğu görülmektedir. Kimliğe dair soyutlamalar içeren, kontamine, bozuk ve çiğ yanıtlar vermeleri; kendilik ve dış dünyaya dair algılamalarının bozuk olduğu hakkında fikir vermektedir. Bununla birlikte son kart olan ve ayrılığa gönderme yapması sebebiyle depresif konumdan geçebilme yetisi hakkında fikir veren X. karta gelen dağınık, kopuk, ilişkisiz, kötücül yanıtların; kaişilerin depresif konumdan geçmekte zorlandıkları ve bu bağlamda erken dönem nesne ilişkilerinde yaşanan problemler nedeniyle, nesneyle paranoid-şizoid konum özellikleriyle ilişkilenildiği hipotezini doğrulanmaktadır. Rorschach Testi’ne ait bulgularından sonuncusu olan, ilkel savunmalara dair bulgularda; yakın ilişkide olduğu kişiye karşı ölümcül eyleme geçen yetişkin kadınların pregenital döneme ait, ilkel savunmalar kullandıkları tespit edilmiştir. Bu bağlamda katılımcıların kartların geneline verdiği yanıtlarda inkâr, bölme, yansıtma ve yansıtmalı özdeşim gibi savunmalar kullanmaları, bu kişilerin erken döneme dair bir problematik etrafında örgütlendikleri hakkındaki hipotezi destekler niteliktedir.
Kaynaça:
Abrevaya, E. (2002). Deliliğin Tutkusu/Tutkunun Deliliği. İstanbul: Bağlam Yayınları. Aulagnier, P. (1975). La violence de l’interprétation, PUF, Paris.
Anastasopoulos, D. (1988). Acting out during adolescence in terms of regression in symbol formation. International Review of Psycho-Analysis, 15, 177-186.
Bellak, L. (1965). The concept of acting out: theoretical considerations, Abt, Weissman (Ed.), Acting Out: Theoretical and Clinical Aspects. New York: Grune & Stratton.
Bion, W. R. (1965). Transformations.William. Heinemann Publications, London. (Yeniden Basım: Karnac Books, 1984, London, Yaşayarak Öğrenmek, Türkçe Çev. Taner Güvenir, Lalecen İşcanlı Ekin, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2014).
Changon, J.Y. (2012). Sınır durumlar: çağdaş Fransız psikanalitik yaklaşımı. L. Mete (çev). Yansıtma: Psikopatoloji ve Projektif Testler Dergisi, 25, 173-180.
Demir, A. (2017). Suça sürüklenen çocukların ruhsal işleyişlerinin projektif testlerlerle değerlendirilmesi. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi SBE.
Fenichel, O. (1945). Neurotic acting out. Psychoanalytic Review, 32, 197-206.
Freud, S. (1914). Remembering, repeating and working-through, Standart Edition, 12. London: Hogarth Press. Green, A. (1990). La folie privée, Paris.
Greenacre, P. (1950). General Problems of Acting Out. Psychoanalytic Quarterly, 19, 455-467.
Hartmnn, H. (1939). Ego Psychology and thu Problem of Adaptation. London: Imago. Husain, O., Rossel, F. (2017). Paranoyaklar kendinizi kollayın! sizi pusuda bekleyen paranoid magma!. Yansıtma Psikopatoloji ve Projektif Testler Dergisi.
İkiz, T. (2017). Rorschach Testi- Psikanalitik Yorum, Kodlama ve Uygulamalar. İstanbul: Bağlam Yayınları.
Kıran, H. (2012). Adam öldürme suçundan ceza infaz kurumunda bulunan kadınların öfke tarzları, problem çözme becerileri ve anksiyete düzeyleri arasındaki ilişki. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: İstanbul Arel Üniversitesi SBE.
Odağ, C. (2011). Nevrozlar-2. İzmir: Halime Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Vakfı Yayınları.
Parman, T. (2014). Kökenlerdeki Şiddet. Psikanaliz Yazıları 28- Şiddet ve Şiddetin İletimi. s.13-23. İstanbul: Bağlam Yayınları.
Ravit, M. (2016). Bir İlkel Istırap Tasarımı Sahnesi Olarak Tecavüz. Sanem Tayman (çev). Yansıtma: Psikopatoloji ve Projektif Testler Dergisi, 25, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 173-180. Rexford, E. (1966). Developmental Approach to Problems of Acting Out. Monographs of the American Academy of Child Psychiatry, 1.
Roman, P. (2014). Eyleme Geçiş ve Projektif Yöntemler: Çocuk ve Ergen Kliniğinde Simgeleştirme Meselesi. Gizem Kural (çev.), Yansıtma: Psikopatoloji ve Projektif Testler Dergisi, 21, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 55-66.
Rousillon, R. (2015). Birincil Simgeleştirme Üzerine Çalışmaya Giriş. Ölüm Dürtüsü. Bella Habip (çev.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016, 77-90.
Sandler, J., Dare, C., Holder, A. (2015). Hasta ve Analist. T. Özek, A. A. Köşkdere: Yücel (çev.). İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 179-195.
Thomä, H., Kächele, H. (1987). Psychoanalytic Practice. Newyork: Springer.
Tura, S.M. (2002). Şeyh ve Arzu. İstanbul: Metis Yayınları.
Zabcı, N. (2012). Çocukluk döneminde görülen sınır patolojilerin ortak özellikleri. Yansıtma: Psikopatoloji ve Projektif Testler Dergisi, 17. İstanbul: Bağlam Yayınları.
* Bu makalenin yayımlanmış uzun halini, 2018 yılının ilk yarısında çıkan Yansıtma Dergisi'nin Travma-I sayısında bulabilirsiniz.
Comments